Montag, 13. Oktober 2008

K U R T U L U Ş N A M E

(Kurtuluş isteyenler için):


K U R T U L U Ş N A M E

kurtaran Allahın adıyla


Yeryüzünde pek çok yer ve ülkede işlenmekte olan baskı
ve sömürü, zulüm ve haksızlıklar, global bir kurtuluş
gerektirmekte, bu da bir devrimi gerekli kılmaktadır.

Kurtuluş, devrimdedir ve devrim iledir. Fakat bir KUR'
ANİST DEVRIM ile... Çünkü: Bütün zulüm ve haksızlıkla-
rın, baskı ve sömürülerin esas merkezi; "insan"dır.
Sonra bu merkez, gruplar haline gelip devletleşerek
büyüyüp gelişmekte ve kuvvetleşmektedir. Demek merkez-
de "insan" var. Öyle ise işe, insan'dan başlamak gere-
kiyor. İnsanı zulüm ve haksızlıklarından, baskı ve sö-
mürüsünden arındırabilmek için de, insanın insanlaştı-
rılması ve onun iyilikçi hale getirilmesi gerekmekte-
dir. İnsanı insan edecek ve onu iyilikçi yapacak bütün
bilgi ve inanç, eğitim ve terbiye de Kur'anizm'de bu-
lunduğundan kurtuluş ancak Kur'anizm'de ve Kur'anist
Devrim iledir. Kurtuluş isteyenlerin bu devrimi kabul-
lenip gerçekleştirmekten başka çareleri yoktur.

Ey çözüm ve çare isteyen insanlar! Baskı ve sömürüden,
zulüm ve haksızlıklardan kurtuluş için devrime hazır
mısınız? Öyle ise gelecek sözleri okuyup, bilinçlenme-
ye devam edelim: "Bütün zulüm ve haksızlıkların, baskı
ve sömürülerin temelinde 'insan' vardır" dedik. Peki,
insanın merkezinde ne vardır, biliyor musunuz? Hiç dü-
şündünüz mü? Sizin de sonuçta kazanacağınız keşfi biz
hemen söyleyiverelim: İnsanın merkezindeki görünmez
nesne ve şahıs, "nefis" de denen "özbenlik"tir. İşte
bütün zulüm ve haksızlıklar, baskı ve sömürüler, in-
sandaki bu terbiye edilip düzeltilmemiş kötülükçü öz-
benlik'ten çıkar ve ona dayanır. Kötülükçü özbenliğin
dayanağı da; inançsızlık,inkârcılık ve ortakçılık'tır.
Yani Yaratıcısını bilmeyen, inanmayan, inkâr eden veya
başka şey ve şahısları Yaratıcı yerine koyup ortakçı-
lik eden bir özbenlik, eğer gerçek Yaratıcısını bilip
boyun eğmezse ve O'nun vereceği ceza ve mükafâtı dü-
şünmezse, şeytanın emriyle kötülükçülük tarafına gider
ve bu gidişle de zulüm ve haksızlığa, baskı ve sömürü-
ye girer. Bu giriş de, dünyanın sosyolojik denge ve
düzenini bozan bir deprem meydana getirir. Demek insa-
nın kötülükçü özbenliğinin kötülükçülüğünü yıkıp de-
virmeden zulüm ve haksızlıklardan, baskı ve sömürüden
kurtuluş yoktur. Bu kurtuluşu gerçekleştirebilmek için
de kötülükçü özbenliğin dayanak noktasını yıkıp devir-
mek gerekiyor. Kötülükçü özbenliğin dayanağı ise inanç-
sızlık, inkârcılık ve ortakçılık olduğundan insana;
Yaratıcısını bilmek, inanmak ve O'na bağlanmaktan baş-
ka çare kalmıyor.

Zaten inançsızlık, inkârcılık ve ortakçılık, insanın
en büyük zulüm ve haksızlığı, baskı ve sömürüsüdür.
Sömürüsüdür: Çünkü insan, bütün kâinatla beslenen ve
bütün kâinattan süzülen bir varlık olduğundan, Yaratı-
cısına inanmaz ve inkâr ederse ve O'ndan başkalarını
O'na eş ve ortak yaparsa, bütün kâinat ve kâinatlıları
sömürmüş olur. Çünkü bu halde Yaratan'ın hakkı veril-
memiş, hem kâinatın neticesi boşa çıkarılmış oluyor.
Çünkü insanın yaratılış ve yaşatılış vazifesi; (yüce
Rabbin bildirmesine göre) Yaratanını bilmek, birlemek
ve O'na bağlanmak'tır. Çünkü insan; Yaratan'ın ve ya-
ratılmışların haklarını en başta ancak bunlarla ödeye-
bilir.

Evet inkârcılık, inançsızlık ve ortakçılık aynı zaman-
da insanın zorbalık ve baskıcılığıdır da: Çünkü Yara-
tıcısına inanmayıp inkâr eden ve ortak koşan insan,
kendini -eğer güç ve iktidar sahibiyse- Yaratan'ın ye-
rine koymuş olduğundan bütün kâinatın özü ve meyvesi
olan insanları ve kendini, kendi keyfine göre yönetmek
isteyecektir. Hakkı bilmediğinden de adaletsiz olacak-
tır. Adaletsizliği de zorbalık doğuracaktır. Demek dün-
yanın en büyük baskıcı ve zorba insanı; inançsız, in-
kârcı ve ortakçı insandır.

Evet inançsızlık, inkârcılık ve ortakçılık; insanın
baskıcılık ve sömürgeciliğinden başka zulüm ve haksız-
lığıdır da: Çünkü inançsız, inkârcı ve ortakçı insan;
inançsızlık, inkârcılık ve ortakçılık eylemiyle Yara-
tan'ın ve yaratılmışların haklarına tecavüz etmiş ol-
duğundan; inkârcı, inançsız ve ortakçı insan, dünyanın
en büyük zalimi olur. Demek baskı ve sömürüden, zulüm
ve zorbalıktan kurtulmak ve kurtarmak isteyen bir in-
sanın önce kötülükçü özbenliğinin dayanağı olan inanç-
sızlığı, inkârcılığı ve ortakçılığı yıkıp devirmesi ve
onların yerine de Yaratan'a inancı, varlığını onayla-
yıp birlemeyi ve O'na bağlanmayı yerleştirmesi gereki-
yor.

-2-
İşte bu gereği yerine getirmeğe, "içsel devrim" denir.
İçsel devrim olmadan dışsal devrim'e geçilemez. Yani
devletlerin haksızlık, adaletsizlik ve namussuzluğunu
devirebilmek ve bu devrime hak kazanabilmek ancak
içsel devrim ile mümkündür. Öyle ya, bir insan veya
toplum; inançsızlık, inkârcılık ve ortakçılık ile en bü-
yük haksızlık ve hırsızlık içinde yüzüyorken, nasıl
kalkıp da devletlerin zulüm ve haksızlığını devirmek
dava edebilir? Öyle ise içsel devrim şarttır. İçsel
devrimi olmayanların, dışsal devrime hakları yoktur.
Dışsal devrimden mahrum kalanlar da, zalimlere mahkum
olur. Bu esirlik ve mahkumiyetten kurtuluşun birinci
şartı da içsel devrim olan inançsızlığı, inkârcılığı ve
ortakçılığı yıkmaktır. İşte bu yıkımı yapanlar hem
kendilerini, hem dünyayı kurtarmış olurlar. Öyle ise
haydi yıkıma, haydi içsel devrime!

Bu devrimi gerçekleştirebilmek amacıyla ve nefis denen
özbenliğin, fakat kötülükçü özbenliğin ne dehşetli büyük
bir düşman olduğunu ve onunla mücadelenin önem ve
gereğini anlamak için kendimizi baş roldeki oyuncu
yerine koyup, gerçeğin sinemasında şu filmi, gelin birlikte
izleyelim:

Bir iş adamı var. Bir gün bu adamın karşısına güzel ve
sarışın bir kadın çıkar ve tanışırlar. Kendisini adama
aşık eden kadın, gizlisini saklamayıp uyuşturucu tica-
retiyle uğraştığını ve bu işe başkalarının zoruyla baş-
ladığını söyler ve adamı da bu işe çekmeyi başarır.
Sevgi yüzünden kadına yardımcı olmak zorunda kalan
adam, bir gün birlikte mal satarken, alıcının polis olduğu
anlaşılır ve adam polisi öldürmeğe mecbur olur ve
kadının ısrarıyla da onu öldürür. Durup dururken böyle
bir suçu işlemek onu derin bir şaşkınlık ve pişmanlığa
düşürür. Artık adam suçludur. Hem de cinayetle!

Bu cinayetten sonra bir fidyeci ortaya çıkar ve adamın
cinayeti işlediği suç âletinin, parmak izleriyle birlikte
kendi elinde olduğunu, eğer bir trilyon lirayı söylenen
yere getirmezse, bu âletin polise teslim edileceğini
söyler. Çaresiz kalan adam, fidyeyi ödemeye razı olur.
Fakat bu arada bir yerde, öldürdüğü adamın sağ oldu-
ğunu görür ve gizlice resmini çeker. Bir komploya
kurban edilmek istendiğini anlayan adam, bu resmi
fidyeciye götürüp kendisinin suçsuz olduğunu ihtar
eder ve fidye ödemekten kurtulur. Fakat fidyeci bu
yenilgiyi kabul etmez ve elindeki suç âletiyle gider,
adamın kadın arkadaşını öldürür ve fidye isteğini tek-
rarlar. Adam ise şimdi gerçekten suçlu durumdadır ve
fidyeyi ödemekten başka çaresi yoktur. Kendisinin ise
tek başına bu fidyeyi ödeyebilecek gücü olmadığından,
en yakın arkadaşı olan iş ortağından yardım alıp fid-
yeyi ödemeye gider. Fakat fidyeci, parayı alıp adamı
ortadan kaldırmak ister. Kendini korumayı başaran adam
ise ölmekten kurtulur ve fidyeciyi öldürür.

Fidyecinin ölümünden sonra ölenin arkadaşı olan ikinci
bir fidyeci ortaya çıkar ve isteğini adama bildirir.
Eğer istediği fidyeyi ödemezse, fidyeciyi öldürdüğünü
polise bildirecektir. Çünkü elinde deliller vardır. İçinde
bulunduğu durumun ortaya çıkmasından korkan ve
kadın yüzünden ailesiyle arası bozulmuş olan adam ise,
bütün gerceği karısına anlatmak zorunda kalır. Bu an-
latılanlar karşısında kadın, kocasına yardım etmek ister
ve fidyeyi beraber götürürler. Fidyeci parayı alır. Fakat
onları alt etmeyi başaramaz ve ölür. Cebinden ise, fidye
istediği iş adamının ortağıyla birlikte çekilmiş olduğu bir
resim çıkar. Bu resimde ise iş adamının ortağı, fidyeciler
ve sarışın kadın birliktedir. Adam artık asıl suçlunun kim
olduğunu anlar ve ona bir tuzak kurup, davasını delillen-
dirip polise yakalatır. Artık adam kurtulmuştur ve film
burada sona erer.

-3-
Şimdi bu filmin konumuzla alâkalı yorumuna geçelim: Ey
bu filmi izleyen arkadaş! O iş adamı sensin ve dünyaya
aşık aciz insandır. Sarışın kadın, aldatıcı dünya ve inanç-
sızlık'tır. Uyuşturucu ticareti, dünyanın kara, karanlık,
uyutucu, kanunsuz ve aldatıcı işleridir. Polisi öldürüp
suçlu hale düşmek, insanın sorumluluğuna ve dünyaya
aldanıp, inançsızlıkla hakkı öldürdüğüne ve bu suçtan
arınması gerektiğine işarettir. Adamın pişmanlığa düş-
mesi, mutluluğunu kaybettiğine delildir. Birinci fidyeci,
insanı mânen çökertmek isteyen inkârcılık'tır. İstenen
fidye, dünyaya aldananların mânen ödemek zorunda
oldukları fiyattır. Polisin ölmemiş olması, insanın dün-
yaya aldanmış ve aldanmakta olduğuna işarettir. Kadının
öldürülmesi, insanın ölecekliğine ve dünyanın geçiciliğine
ve sevdiklerden ayrılığa işarettir. İkinci fidyeci, ortakçılık'
tır: İnançsızlıktan kurtulan insanın inkârcılığa, inkârcılıktan
kurtulanın da ortakçılığın eline düşebileceğine delildir.
Fidyecilerin elindeki deliller, insanın inançlı olmasına
engel olan ve gerçekmiş gibi görünen gerçekdışılıklar
ve sahteliklerdir. Suç âletinin fidyecilerin elinde olması,
insanın işlediği suçların kaydedildiğine ve insanın, yaptık-
larından sorumlu olduğuna ve hesap vereceğine işarettir.
Adamın, ortağından yardım istemesi, insanın acizlik,
fakirlik ve çaresizliğine işarettir. Adamın ortağı ise, senin
en yakın arkadaşın olan nefsin ve özbenliğindir. Resim
ise, gerçekleri gösteren delil ve Elçi'nin sözleridir.

İşte ey insan! Sen de, dünyanın cazibe ve çekiciliğine
kapılıp ona uyup, onun kirli işlerine bulaşmış ve inançsız,
inkârcı veya ortakçı bir adam olmuşsun. Bunlarla da,
hakkın ve devletin polisini öldürmüş ve bir cinayet işlemiş
durumdasın. Şimdi bu suçluluktan kurtulmak ve seni
mahvetmek isteyen fidyeciler olan inkârcılık ve ortakçılığa
karşı savaşman ve onların ellerindeki sahte delilleri çürü-
tecek bilgiyle donanman gerekmektedir. Karşındaki
düşmanlarının komutanı ise, senin içindeki seytanın ve
özbenliğindir. Bunlar seni, inançsızlığın, inkârcılığın ve
ortakçılığın eline düşürmüş ve bununla seni esir almış ve
tutsak yaşatmak istemekte ve ebediyetini ve saadetini
söndürmeğe çalışmaktadır.

Şimdi sıra sendedir. Eğer içinde yaşadığın ve bilmeden
yaşattığın gizli esirlikten kurtulmak ve ebediyetini
kurtarmak ve gerçek mutluluğunu kazanmak istersen,
Elçi'nin teklif ettiği içsel devrim ve savaşa katılmak
zorundasın.

Katılmak zorundasın. Çünkü filimdeki fidyeciler ancak
altmış yıllık bir ömrü mahveder. Fakat inançsızlık,
inkârcılık ve ortakçılık ise, senin ebedî bir saadet
ve hayatını mahveder. Çünkü dünya, dünyadan ibaret
değildir. Bunun bir de "ötesi" vardır. Çünkü Yaratan,
insanı boşuna yaratmamıştır. Çünkü insanın vereceği
bir insanlık hesabı vardır. Çünkü insanın yaratılışı
ve yaşatılışı için koskoca bir kâinat çalışmış ve ça-
lıştırılmaktadır. Bu kadar masrafın nasıl bir karşılı-
ğı olmaz ve hesabı sorulmaz? Hiç bu kadar masraf boşu-
na olur mu, insandan bir karşılık almamak ve hesap
sormamakla bütün yapılan harcamaların neticesi hiç
çöpe atılır mı? Öyle ise ey insan! Çok büyük bir sorum-
luluk ve yükümlülük altında olduğunu bil. Kim olduğu-
nu, kime ait olduğunu öğren.

Hem bil ki; inançsızlık, inkârcılık ve ortakçılık; seni
mutlu edecek bir değer, bir sığınak, bir kaynak değildir.
Çünkü inançsızlık, insanı sahipsiz ve kimsesiz bırakan
bir iç yüze sahip olduğundan, mutsuzluk ve umutsuzlu-
ğun kaynağıdır. İnkârcılık ise, insanı sahipsiz ve kimsesiz
bırakmaktan başka yokluk ve karanlığa düşüren, geçmiş
ve geleceğini yok edip idam eden bir iç yüze sahiptir.
Bu da, mutsuzluğun bir başka kaynağıdır. Ortakçılık
ise, insanı sahte tanrılara kul eden, ibadetlerini, iş ve çalış-
malarını boşa çıkaran bir iç yüze sahiptir. Demek bunlar,
senin gerçek inancın değil ve olamaz. Olsa olsa, yıkman
ve yok etmen gereken en büyük düşmanlarındır.

-4-
Madem inançsızlık, inkârcılık ve ortakçılığın iç yüz-
leri hiçlik, yokluk, karanlık, mutsuzluk ve umutsuz-
lukla doludur; o halde bunları yıkmaktan başka çaremiz
yoktur. Yıkalım ki, bu yıkım bizi hepliğe, varlığa,
aydınlığa, umut ve mutluluğa, değerlik ve ebediyete
çıkarsın.

Öyle ise geliniz, önce inançsızlığımızı yıkalım. Bunun
için de kendimize şunu soralım: Acaba inançsızlığımız
nedendir? Tanrıyı görmemek mi? Yoksa dünyada ölüm-
süz mü kalacağız? Ebedî bir hayat ve saadete ihtiyacımız
yok mu? Hem, her zaman kendi kendimize yetebilecek
güç ve kabiliyette miyiz ki, Yaratıcımızı bilmek istemiyor
ve O'ndan habersiz yaşamak ve bağımsız kalmak istiyo-
ruz? Hem, hayat ve yaşamamızı sağlayan tüketim madde-
lerinin kimden geldiğini ve bunlar için kime teşekkür
edilmesi gerektiğini öğrenmek gerekmez mi? Yoksa şük-
ranlarımızı cansız, acımasız, akılsız ve istençsiz doğa
ve tabiata mı sunacağız? Acaba yaratılış ve yaşatılışımız-
daki amaç nedir, düşünmeyecek miyiz? Halbuki düşün-
cesizlik hayvana özgüdür. İnsan ise ancak düşünce ile
var olur ve insanlığa yükselir. Fakat bu yükseliş kendi
başına olmaz. Çünkü akıl bir çocuk gibidir. Çocuğun
elinden tutacak bir öğretmen olmazsa, çocuk okuma
yazmayı nasıl öğrensin? İşte bunun için aklın da elinden
tutacak bir öğretmene ihtiyaç vardır. Bu öğretmen ancak
"Tanrı Elçisi"dir. Bu elçi olmadan insan, suallerine cevap
bulamaz. Ne yapacağını, nasıl edeceğini bilemez. Sualleri
cevapsız, hedefi belirsiz insan ise, bin türlü kötülük ve
sapıklığa gider, doğru yolu bulamaz, insan olamaz, ebe-
diyete varamaz. Demek, Elçi'nin rehberliğine muhtacız.
Yeni Çağ'ın "Tanrı Elçisi" ise, Kur'anizm'dir. Öyle ise,
Kur'anizm'in öncülüğünde, bizi insan olduracak, doğru
yolu bulduracak, ebediyete vardıracak düşünceyi yapa-
lım, kabuğumuzu kıralım, saadete uçalım.

Bu saadete uçuş için iki şeye ihtiyacımız vardır. Biri,
iyi bir rehber. Biri de, aklı işletmek. Rehberimiz, Kur'
anizm olsun. Aklı işletmek de, vazifemiz olsun. Fakat
aklı, kalp ile birlikte işletmeliyiz. Çünkü insan sadece
kalpten veya sadece akıldan ibaret bir varlık değildir.
İkisinin de gıdaya ve işletilmeğe ihtiyacı vardır. Akıl,
bilgi ve düşünce isterken, kalp de, sevgi ve inanç ister.
İkisinin birlikte hareketiyle saadete uçuş olur. Yoksa,
saadet kuşumuz tek kanatlı kalır, uçuşumuz gerçekleşe-
mez. Öyle ise çift kanatlı olmamız gerekiyor. Yani aklımız
bilgi ve düşünce peşinde koşarken, kalbimiz de sevgi ve
inanç peşinde olmalı; inancımızı bilgi ve düşünce ile,
bilgi ve düşüncemizi de inanç ve sevgi ile tamamlamalıyız.

Öyle ise, aklı işletmekten güzel sonuç alabilmek için,
ebediyet boyutlu düşünmemiz gerekiyor. Çünkü ebediyet,
kalbin isteği ve en büyük umut kaynağıdır. Akıl, kalbin
bu kaynak ve isteğinden ilgisiz kalamaz. Öyle ise dünyayı,
ölümle ve ötesiyle birlikte düşünmeliyiz. Eğer ölümle her-
şey son bulacaksa, o zaman bu dünya ve hayatın hiç bir
anlamı kalmaz. Demek dünya ve hayata anlam kazandıra-
cak değer, ötedünya inancıdır. Demek öte dünyasız bir
dünya hiçtir, anlamsızdır, değersizdir. Dünyayı anlamsız
eden bir değersizlik ise, dünyanın yaratılış ve işletiliş a-
macı olamaz ve bu amaca zıttır. Çünkü yapılan bir iş ve
eserden beklenen amaç, iyi bir sonuç elde etmektir. Ağaç-
tan istenen şey, meyve almaktır. Meyvenin çekirdekleri
ise başka bir baharda dikilmek içindir. Demek meyve
almadan ağacı kesmek veya meyvenin çekirdeklerini yok
etmek, israfın en çirkini ve ağacın yaratılış amacına zıt bir
eylemdir. Böyle bir eylem ise, Yaratan'ın ilahlık sıfatla-
rıyla bağdaşamaz ve O'nun kutsal isimleri böyle bir
eyleme izin veremez. Demek bu dünya, öte dünyasız ola-
maz. Dünyanın meyve ve çekirdeği olan insan ebediyet-
siz kalamaz. Bu gereği karşılamak için de, dünya ve
kâinat yıkılıp başka bir âlem kurulacaktır.

Demek; İNSAN, DÜNYA ve HAYAT ebediyet boyutlu-
dur ve onları ele alırken bu boyutla ele almak gerekir. Al-
mak gerekir, çünkü şu dünyada altmış yıllık bir ömrümüz
vardır. Onun da bir kısmı elimizden çıkmış, öteki kısmı
da çıkmak üzeredir. Yani dünyada ebediyen kalışımız
yoktur, görüyoruz. Fakat biz, "sonsuzluk" istiyoruz.
Sonlu bir hayatın ise, hayatımızın anlamını söndürmek-
te olduğunu da görüyoruz. Öyle ise ebediyet boyutlu
bir yaşamı hayatımıza ışık yapmalı ve yaşayışımızı bu
daire içine almalıyız.

-5-
Şimdi bu daire alanında ve bu ışık altında kendimize
bakacağız: Biz neyiz, kimiz ve kiminiz? Doğumlu ve ö-
lümlü oluşumuzdan anlıyoruz ki, biz bir yaratığız. Ya-
ni kendi kendimize olmuş, oluşmuş bir varlık değiliz
ve kendi kendimize kalmışlığımız yoktur. Çünkü doğum
ve ölüm var ve bu iki kutup arasında sabit kalmayan,
çocukluktan ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre doğru giden
bir yaşayış var. Bütün bu gidiş ve yaşayışlara hükme-
demeyen, engel olamayan, onları durduramayan insan
elbette kendi kendine bir varlık olamaz. Demek insana
hükmeden, egemen olan, olduran, öldüren, yaşatan
"BİRİ" var. Acaba gözle göremediğimiz bu meçhul
Varlık kimdir?

Kendi başına kalmış, elinden tutanı olmayan bir akıl,
bu suali: "Doğa"dır, "Tabiat'tır" diye cevaplayabilir.
Acaba bu cevap doğru mudur? Bunun doğruluğunu araş-
tırabilmek için önce doğa ve tabiatın "ne" olduğuna ba-
kalım: Dünyaya gelmiş, hayata gözlerini açmış ve aklı
işleyip ermeye başlamış bir insanın karşısına, Yaratı-
cısını ararken ilk önce doğa ve tabiat çıkar. Elinden
tutulmayan bir akıl sahibi ise ancak gözüyle gördüğüne
inanır, görmediğine inanmaz: "Madem gözümle her şeyin
doğa ve tabiattan çıktığını görüyorum, öyle ise benim
Tanrım, benim Yaratıcım 'doğa'dır, 'tabiat'tır" der.
Fakat bu deyiş, insanın en büyük hatasıdır ve bu hata-
nın karşısına da hemen Tanrı Elçisi çıkıp ihtar eder,
uyarır ve şöyle der: "Doğa ve tabiat sizin Tanrınız o-
lamaz. Çünkü tabiat ve doğa'nın ve onların temeli olan
atom ve maddenin ve onların aslı olan enerji ve evren-
sel yasaların, sizin suallerinizi cevaplıyacak bilim
ve bilgisi ve size kitap ve elçi gönderecek yetkisi ve
dualarınızı kabul edecek kabiliyet ve şahsiyeti yoktur.
Elbette bu eksiklikte olanlar sizin Tanrınız, sizin Tapaca-
ğınız olamaz. Demek sizin gerçek Tanrınız, eksikliği ol-
mayan, bunlara benzemeyen, onların ötesinde ve üstünde
olan çok başka Biri'dir. Demek doğa ve tabiat bir perde'
dir. Senin gerçek Tanrın, bu perdenin ötesindedir. Nasıl
büyük bir iş adamı ve Başbakana ulaşmak isteyince he-
men karşınıza onların koruyucu ve sekreterleri çıkarsa,
iste doğa ve tabiat da öyle bir koruyucu ve sekreter'(gibi)
dir. Çünkü büyüklük ve saygınlığın gereği, sekreteri
gerektirir. Fakat o sekreter, iş adamı ve Başbakanın
yerini tutamayacağı, ortağı olamayacağı gibi, doğa ve
tabiat da gerçek Yaratıcı'nın yerini tutamaz; eşi, ortağı
olamaz, Yaratan'ın yerine konamaz. Çünkü gerçek Tanrı-
lık, mutlak egemenlik ve bağımsızlık ister. Mutlak ege-
menlik ve bağımsızlık da, sekreterin ortaklığını reddeder,
kabul edemez. Bunun için doğa ve tabiat, Tanrı olmadığı
ve olamayacağı gibi, O'nun eşi ve ortağı da değildir ve
olamaz. Onlar ancak Yaratan'ın bir saygınlık perdesi ola-
bilir. Akıllı insanlar ise, Tanrı Elçisi'ni dinleyip bu perdeyi
aşarlar ve gerçek Yaratıcılarına ulaşırlar. İşte insanın ger-
çek yükselişi de bu aşma ve ulaşmadadır.

Şimdi karşımıza "Tanrı" olarak çıkan veya çıkarılan
doğa ve tabiatın "dış yüzü"ne baktık. Bir de bunun "iç
yüzü"ne bakalım. Acaba doğa ve tabiat gerçekten Tanrı
olabilir mi, Yaratan'ın yerini tutabilir mi, görelim:
Hava, su, toprak ve güneş topluluğuna ve bunların fa-
aliyetinde geçerli olan yasalar bütünlüğüne doğa ve
tabiat deniyor. Doğa ve tabiatın parçaları olan hava,
su, toprak ve güneş unsurlarının ise, atom denen parça
ve maddelerden oluşmuş olduğunu görüyoruz. Şimdi dü-
şünmeli ve sormalıyız: İnsan koskoca aklıyla küçücük
bir atomu yapamazken, akılsız atom koskoca kâinat ve
evreni nasıl yapabilir? Atom denen maddenin yaratıcı
olduğu iddia edilirse, bu halde usta kendi kendini
yapmış ve hem kendini eserleştirmiş olmaz mı? Yani ya-
zar kendini kitap yapar mı veya kitap yazar olabilir
mi? Demek madde ve atom yaratıcı olamaz. Atom yaratı-
cı olamazsa, atomlar topluluğu olan su, hava, toprak ve
güneş ve bu unsurlar topluluğu olan doğa ve tabiatın
Tanrılığı kalmaz, yaratıcılığı olmaz. Demek insan ve
evrenin yaratıcısı tabiat ve doğa değildir. Parçaları
tek başına kaldığında bir işe yaramayan, ölçüsüzce
birleştirildiklerinde ise birbirinin tesirini yok eden unsur-
lar topluluğu olan doğa ve tabiat ancak bir makina
olabilir, makinist olamaz. Ancak bir fabrika olabi-
lir, ama fabrikatör olamaz.

-6-
Kâinat ve kâinatlıların yaratanı öyle bir Zat olabilir
ki; tek olsun, ortaksız olsun, herşeyin öncesinde ve
sonrasında daima var olsun, her şeye gücü yetsin, her
şeyi bilsin ve her şeye hâkim olsun. Sonra her şeyi
duysun, herşeyi görsün, her şeye hitap etsin ve sözünü
geçirebilsin. Sonra yaratmak, yaşatmak ve yönetmekten
anlasın. Sonra (yani hepsiyle birlikte) en başta acı-
ması, sevmesi, öfkesi olmaktan başka yaratış, yaşatış
ve yönetiş için gerekli olan bütün fiil, isim ve sıfat-
lara sonsuz ve mutlak şekilde sahip olsun. Evet, ezelî
ve ebedî olarak ve kâinat çapında ve her şeyin üstünde
bu isim ve sıfat ve özelliklere sahip olmayan bir kim-
se, Yaratıcı olamaz, yaratıcı yerine konulamaz. Dikkat
edelim: Bir "Kimse" dedik. Bir "şey" demedik. Yani
Yaratıcı olacak olanın önce şey'likten çıkmış, kimse'li-
ğe yükselmiş olması gerekir. Fakat gerçek Yataratıcı'
nın basitlikten mükemmelliğe yükselişi olmaz. O daima
mükemmelliktedir. Çünkü O, başkasından mükemmellik
almaya ihtiyacı olmayan bütün mükemmelliklerin eşsiz sa-
hibidir. Buradan anlamalıyız ki, mükemmelliği sonradan
ve başkasından kazanmış olanların Tanrılıkla bir ilgisi
kalmaz.

Şimdi bir de atoma ve atomlarla oluşturulmuş olan doğa
nın parçaları sayılan hava, su, toprak ve güneş unsur-
larına bakalım. Şey'likten dahi çıkamamış, kimse'liği
bulunmayan bu madde ve unsurlar nasıl "Yaratıcı" yapı-
labilir? Nasıl Yaratan'ın yerine konulabilir? Hiç atom,
Tanrı olabilir mi? Hiç güneş, sinek yaratabilir mi?
Hiçlik içindeki atom nerede, heplik gerektiren kâinata
ilah olmak nerede! Birbirlerine zıt hava, su, güneş
gibi cansız unsurlar nerede, zıtları birleştirip yöne-
ten güç ve kuvvet sahibi Zat nerede!

Bunlardan anlayalım ki; hava, su, toprak, güneş gibi
büyük unsurlara gücü yetmeyen aciz insanlar ve atalar
ve üstün kimseler de, Tanrı yerine konulamaz, Tanrının
üstüne çıkarılamaz. Demek, "Tanrı'nın ortağı yoktur".
Çünkü hizmetkâr efendisine ortak olamayacağı gibi, ya-
ratılmışlar da Yaratan'a ortak olamaz, ortak yapılamaz.
Çünkü Yaratan'ın acizliği yoktur, gücü sonsuz ve
sınırsızdır.

Tanrılığın gereklerini gördükten ve bildikten sonra
artık doğa yasalarına ve tabiat kanunlarına da ilahlık
veremeyiz. Çünkü ilahlığın gereği; ezelî ve ebedî hayat
sahibi olmak, isim ve sıfatlarının sonsuzluğu bulunmak,
iş ve fiillerinin bütün kâinatı kuşatmış ve her şeye hâkim
olmuş olması gibi sabit gerçeklerdir. Bu gerek ve ger-
çeklere sahip olmayan bir varlık, ilah olamaz.

Şimdi doğa yasalarına ve tabiat kanunlarına bakalım:
Bunlar sadece bir yasa'dır. Yasa ise, "yasa koyucu"yu
gerektirdiğinden, o yasalar Yaratıcı olamaz. Onlar olsa
olsa ancak Yaratan'ın, kanun ve yasa şekline sokulmuş
irade ve isteği, ihtiyar ve seçkisi olabilir. Yasalar ise ken-
di başına bir işe yaramadığından, o yasaların sahibi
Allah olacaktır. Yani doğması, doğurması olmayan tek
Tanrı'nın. Evet sizin Tanrınız ezelî ve ebedîdir, öncesiz
ve sonrasızdır. Yani her şeyin önünde ve sonunda O
vardır. Doğması, doğurması yoktur. Bir şey hem yaratıcı
hem yaratık olamayacağından, kendi kendine oluşum
yoktur. Yaratan'ın her şeyden önce var olması ise, kendi
kendine oluşum değil, bizzat var oluştur. Sonradan olan-
lar, kendilerini Oldurucu ile kıyaslayamazlar. Çünkü Yara-
tan yaratılana benzemeyeceği gibi, yaratılan da Yaratan'a
benzeyemez. Yani insan bir yaratıksa, Yaratıcı da yaratık
gibi olamaz, Yaratan yaratılamaz. Yaratılan, Yaratıcı
olamaz. Demek Allah'ın oğlu, kızı yoktur. Hem yaratılan,
Allah'a kız, oğul olamaz. Çünkü Allah ezelî ve ebedî ol-
duğundan, O'nun oğlu, kızı olsaydı, onlar da ezelî ve e-
bedî olurdu. Varlıkları kâinattan sonra değil, kâinattan
önce olurdu. Halbuki insan kâinattan sonra varedilmiştir.
Demek insanlar, Allah'a kız, oğul olamaz. Hem ezelî ve
ebedî olanın doğumu doğurması olmaz. Doğumu, doğur-
ması olanın, ezeliyeti ve ebediyeti olmaz. Ezeliyeti ve e-
bediyeti olmayan da ilah olamaz.

Şimdi bir de "madde ve atom ezelî olabilir mi" ona ba-
kalım: Bilim dünyasına bakıldığında evrenin doğuşu ve
maddenin enerjiye dönüşü gösteriyor ki, atom ve madde-
nin ezeliyeti yoktur. Eğer atom ve maddenin ezeliyeti
olsaydı o zaman her şey "Yaratıcı" seviyesinde kala-
caktı. Yani hiç bir yaratık olmayacaktı. Halbuki bütün
evren yaratıklarla dolmuştur. Hiç birisinde evreni ya-
ratacak bir güç ve kabiliyet görülmemiştir. Herşey ya-
ratık olmuştur ve yaratık kalmıştır.

-7-
Hem atom ve maddenin, ezeliyetinin olmaması gerekir.
Çünkü bu kâinat ve kâinatlıların oluşabilmesi için madde
ve atomun var edilip yok edilebilmesi hem bir de doğup
ve ölmesi gerekiyor. Eğer atom ve madde ezelî olsaydı
hiç birşey oluşamayacaktı veya oluşsaydı her şey oluş-
tuğu andaki gibi kalacak o zaman kâinatta Şahit olduğu-
muz değişim ve dönüşüm olmayacaktı. Yani yıldızlar
ve galaksiler doğup ölmeyecek, mevsimler dönmeyecek,
insanlar doğumsuz veya ölümsüz olacak ve herşey sabit
kalacaktı. Fakat bütün bunların zıddına şahit olup durdu-
ğumuzdan anlıyoruz ki, madde ve atomda, kâinat ve
kâinatlılarda ezeliyet yoktur. Bundan da anlıyoruz ki
ezeliyet, ancak gercek Tanrı'nın özelliğidir ve yalnız
O'nun tekelindedir. Demek ezeliyet, yani herşeyin önce-
sinde oluş, atom ve maddenin işine yaramaz. Çünkü
oluşum için atom ve maddenin doğumlu ve ölümlü
olması gerekir. Ölümü ve doğumu olanın da Tanrılığı
kalmaz ve doğmaz. Demek ezeliyet, ancak gerçek
Tanrı'ya özgüdür, atom ve maddenin işine yaramaz
ve onların ezeliyete kabiliyeti yoktur. Çünkü yaratıktırlar.
Yaratık olanlar ise, Yaratıcı olamazlar. Yani ne atom, ne
de atomlarla oluşturulmuş şey ve şahıslar ve insan, bu
kâinat ve evrenin sahibi olamazlar. Evrenin sahibi olama-
yan da, kendi kendinin sahibi olamaz. Demek herşey bir
"yaratık"tır. Yaratık ise, "Yaratıcı"yı gerektirir. Demek
bu kâinat ve evrenin, evrenli ve kâinatlıların gözle görül-
mez bir "Yaratan"ı vardır.

Şimdi bu gerçekler karşısında bir de şu iddia ortaya
atılabilir: "Madem enerji maddeden, madde enerjiden
çıkıyor, öyle ise enerji ezelîdir. Madem enerjinin ezeli-
yeti var veya görünüyor, öyle ise enerji bizim Tanrımızdır
veya Tanrımız olabilir!"

Bir kere değişip dönüşenlerden ve birbirinden türeyen-
lerden Tanrı olmaz. Çünkü Tanrılığın en önemli özelli-
ğinden biri, degişip dönüşmemek ve başkasından türeme-
mektir. Sonra "yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan çı-
kar" örneği gibi de olamaz. Çünkü birşey kendi kendini
yapamaz. Çünkü birbirine bağlı bir zincir halkalarının
son halkasına vardığımızda artık şu soruyu sormalı,
silsileyi, zincirleme sürüp gitmeyi kesmeliyiz: "Bu zinciri
kim yaptı?" Çünkü halka halkayı yapamaz.O halkayı
yapıp birbirine bağlayan bir usta muhakkak vardır.
Evet, maddenin enerjiden, enerjinin maddeden çıktığı
görünüyor. Peki bunları yapan ve birbirinden çıkaran
kimdir? İşte bu soruyu sormayan insan sapıklığa gider
ve asılsız şey ve şahısları kendine Tanrı yapmak
zorunda kalır.

Enerji maddenin "ruhu" seviyesinde olduğundan, enerji
maddeden öncedir. Fakat enerjinin kendi başına ezeli-
yeti yoktur ve Tanrı olamaz. Çünkü Tanrı olmak için
sadece enerji olmak yeterli değildir. Enerji, Tanrı'
nın "kudretinden"dir. Yani Tanrı'nın enerjisi vardır.
Fakat Tanrı, enerji değildir. Enerji, Tanrı olamaz.
Çünkü Tanrı'nın -ezelî ve ebedî olarak- hayatı vardır,
ruhu vardır, ışığı vardır, enerjisi vardır, seçki ve
istenci vardır. Fakat Tanrı sadece onlardan bir tanesi
değildir ve olamaz. Bütün kâinatı kuşatan görme, duy-
ma, bilme ve konuşma'dan başka ezelî ve ebedî olarak
ruh, hayat, enerji, ışık, seçki ve istenç sahibi olmayan
bir kimse Tanrı olamaz. Demek enerjinin Tanrılıkla bir
ilgisi yoktur ve olamaz. Enerji, olsa olsa ancak Tanrı'nın
"kudreti" olabilir ve "O'nun kudretinden çıkan bir kuv-
vettir" denebilir. "Enerji, Tanrı'nın bir parçasıdır" den-
memelidir. Çünkü parça olmak, maddeden olan şeylerin
özelliğidir.Tanrı ise maddeden değildir. Tanrı'nın parça-
lanması yoktur ve olmaz. Öyle ise, "enerji, Tanrı'nın son-
suz kudretinden yansıyan bir kuvvettir" denmeli. Enerji
kendi başına bir işe yaramadığından, Tanrı, enerjiyi mad-
deye "ruh" yapmış. Madde beden ise, enerji ruh'tur. Mad-
de ve enerji, Allah'ın güç ve serveti olarak Allah ile birlikte
var olabilir, fakat Allah'tan önce var olamazlar. Demek,
"madde ve enerji ezelî olamaz" sözünden bunu anlamalı-
yız. İşte bizim Tanrımızın ve tabiatımızın, madde ve ener-
jimizin içyüzü -tanıtma kusurları bize ait olarak- budur.
Bizler ise Tanrı'nın, tabiatta su ve topraktan yarattığı
ve ruhundan üflediği "şuurlu aynalar"ız. Bu aynalarda
Tanrı kendini seyreder...

-8-
Şimdi bir de "tesadüf"e bakalım. Yani acaba "bu evre-
nin yapıcısı tesadüf müdür?" sualini soralım: Tesadüf,
"başıboş kalmış hareket" demektir. Bir hareket başıboş
da kalsa yine o hareketin bir "Sahibi" vardır. Yani o
Sahip olmadan o hareket doğamaz. Fakat, o hareket Sa-
hibi de hiçbir işini başıboş bırakmaz. Çünkü evren ve
kâinata ait işler başıboşluk kaldırmaz. Çünkü evrenin
işlemesi muhakkak bir denge ve düzeni gerektirir. Ba-
şıboşluk ise bütün kâinatı kaos ve karışıklığa düşürür.
Bu da, kâinatın yıkımı demektir. Madem karşımızda
tıkır tıkır işleyen bir kâinat görüyoruz, demek hiçbir
şey sahipsiz ve başıboş değildir. Demek tesadüf yoktur.
Demek tesadüf, denge ve düzenlik içindeki kâinatı yük-
lenemez. Böyle bir kâinat tesadüfe havale edilemez. Evet,
madem tesadüf kâinatın işleyişini yüklenemez, tesadüfün
bir eşi olan ikilik ve ortaklık da kâinata giremez. Demek
bu kînatın İlâhı, Tanrısı, Allah'ı tek olacaktır. Tek olmalı
ki, herşey denge ve düzene kavuşsun, başkasının fiil ve
fikirleri işi bozmasın. Madem bu kâinat denge ve düzen-
dedir, o halde onun Tanrısı da tek'tir. Yani: "Allah'tan
başka ilah yoktur".

İşte ey insanlar! Sizin gerçek Tanrınız budur. Yani
sizin Tanrınız tek ve ortaksızdır. Doğmamış ve doğur-
mamıştır. Öyle ise siz de O'nu bir bilin, böyle tanı-
yın. Kalp ve aklınızda yaşatacağınız Tanrı bilinci
bundan başkası olamaz ve olmamalıdır. Sizin gerçek
Tanrınız tek olduğu gibi, gerçek göreviniz de O'nu
birlemek'tir. Yani: "Sen, tek ve ortaksızsın Allah'ım"
demektir. Öyle ise "birlemeci" olunuz. Bu gerçeklere
teslim olunuz. İşte sizin gerçek dininiz, gerçek inan-
cınız ve gerçek bilinciniz: Birlemecilik ve Teslimci-
lik'tir. Öyle ise siz de Birlemeci ve Teslimci olunuz.

Şimdi şöyle bir sual daha aklımıza takılabilir: "Madem
bizim bir Tanrımız var, peki O'nu neden görmüyoruz?
Gözümüzle görsek de, şüphemiz kalmasa!"

Bu suali cevaplıyabilmek için önce şu gerçegi bilmek
lâzım: "Var olmak için görünür olmak şart değildir" ve
"Madde ötesi varlıklar göz ile görülmez". Meselâ: Bey-
nimizin ışığı olan aklımızı ve bedenimizin sultanı olan
ruhumuzu göremeyiz. Fakat onların varlığından şüp-
he etmeyiz. Çünkü aklımız olmasa, anlayışımız olmaz.
Ruhumuz olmasa, fiil ve hareketlerimiz olmaz. Demek,
görünmemek olmamaya delil olamaz. İşte, şimdi biz çev-
remize bakacağız: Yerde ve gökte ve bütün kâinatta ya-
ratıcılık ve yaşatıcılık ve yöneticilikle ilgili sayısız fiil ve
hareket ve faaliyetler görüyoruz. Fail olmadan fiil olama-
yacağına göre elbette bütün bu fiil ve hareketlerin çok
büyük ve yüce bir Fail'i ve Hareket Ettirici'si olacaktır.
Bu Hareket Ettirici'yi inkâr etmek, o eylem ve faaliyetleri
yalanlamak olur. O halde, O'nu görmeden inanmak zo-
rundayız. O'nun görünmemesi ise, maddeden olmadığın-
dan, zıddının bulunmadığından ve varlığının ruh ve ışığı
bütün kâinatı kuşatmış olmasındandır. Deniz içindeki ba-
lık, denizi seyredemeyeceği gibi, varlık denizindeki bizler
de o Varedici'yi göremeyiz. O'nu görebilmek için önce
varlık denizinden çıkmak, yani dünyadan ötedünyaya geç-
mek gerekiyor. Orada da O'nu ancak "cennetlikler" göre-
bilir. Cennetlik olmanın ilk temel şartı da, Teslimci ve Bir-
lemeci olmaktır. Teslimcilik ve Birlemeciliği olmayanlar
ise, cehenneme atılacaklardır. Çünkü bu kâinat ve evren
boşuna işletilmemektedir. Onun işletilmesindeki en büyük
amaç; insanların, Yaratanlarını eksiksiz ve kusursuz bil-
meleri ve O'na bağlanmalarıdır. Bu bilinç, inanç ve bağ-
lancı kazanmamış olanlar, kâinat ve evrenin işletilmesini
boşuna çıkarmış olacaklarından, nihayetsiz bir cinayet
işlemiş sayılacaklar ve ebedî bir azabı hakedeceklerdir.

İşte ey insanlar! Sizin dünyada en önemli iş ve vazi-
feniz, Birlemecilik ve Teslimcilikle bu azaptan kur-
tulmaya ve kurtarmağa çalışmaktır. Bu çalışmaya katıl-
mayanlar, dünyanın en büyük zalim, diktatör ve emper-
yalisti olarak damgalanıp ötedünyada ateşe atılacak-
lardır. Öyle ise bu ateşten sakınınız! Sizin için cennet
ve cehennemden başka yer yoktur. Ölümle yok olup
kurtulamazsınız. Kışta ölen bitki ve ağaçların baharda
dirilmeleri gibi, sizler de bu dünyada ölüp, ötedünya-
nın baharında diriltilecek ve hesaba çekileceksiniz.
Yani dünyada yaptığınız iyilik ve kötülükleriniz kar-
şılıksız kalmayacaktır. Öyle ise sizi kurtaracak "Bü-
yük iş"e yöneliniz. O işiniz ise önce özbenliğinizin
inançsızlığını, inkârcılığını ve ortakçılığını yıkmak-
tır. Bu yıkımı yapan, en büyük devrimi yapmış olur.
Demek vazifeniz devrimciliktir. Yani herkes kendi kö-
tülükçülüğünü yıkmakla sorumlu ve görevlidir. Öyle ise
haydi devrime! Haydi kurtuluşa! Kurtuluşunuz kutlu ol-
sun!


TABİAT ALLAH OLAMAZ, ALLAH TABİAT DEĞİLDİR!

Zaman: Yeni Çağ'a iki kala (1998).
Mekan: Avrupa.
Makam: Kurtuluş.
Boyut: Kur'anizm.
YAYINLAYAN
AVRUPA KUR'ANİSTLERİ
* * *

Keine Kommentare: