Sonntag, 11. Januar 2015

EY FRANSA HALKI!

                        EY FRANSA HALKI!

    acıyarak yaşatan ve yöneten TANRInın adıyla


Ey terör saldırısına uğramış Fransa halkı!

Sizlere hitabetmenin zamanı geldi...

Uğradığınız belâ için geçmiş olsun diyor ve aynı
şeyin tekrar etmemesini diliyoruz.

Aynı şeyin tekrar etmemesi için de alınması gere-
ken önlemler var. O önlemlerin neler olduğunu da,
bu hitabenin akışı içinde göreceksiniz.

Biz Avrupalı müslümanlar, çoğunluk olarak ne terö-
rü ülkenize dâvet etmiş olan karükatiristlerin yanın-
da, ne de saldırgan teröristlerin yanındayız. Biz, sal-
dırıya uğramış olan siz Fansa halkının yanındayız.
Acınız, acımızdır. Terör dâvetçisi o malûm karükati-
ristlerin beyinsizliklerini size yükleyecek değiliz. Si-
zin de teröristlerin yaptıklarını -çoğunluk olarak-
bize yüklemeyeceğinizi iyi biliyoruz. Küçük bir azın-
lığın aksi hareketini ise, geçiyoruz, genelleştirmiyo-
ruz. Genelleştirmemeliyiz, geçmeliyiz. Çünkü "adâ-
let"in gereği budur. Sizler de, adâletten anlayan uy-
gar bir ülkenin insanlarısınız. Bizler de, adâlete uy-
makla mükellef müslüman Avrupalılarız. Yarım asır-
dır aranızda olmamızdan dolayı, dinen kaynaşama-
mış olsak da, insan olarak, vatandaş olarak sizlerle
kaynaşmış durumdayız. Bunun icin aramızdaki siz-
lik bizlik yarı yarıya kalkmış ve "biz" olmuş haldeyiz.
Bu yüzden derdiniz, derdimizdir.

Şimdi belki merak ediyor olabilirsiniz: Acaba Hz.
Muhammed bu zamanda yaşasaydı ve Paris'te in-
sanları müslüman olmaya dâvet etseydi ve bazı
insanlar da onun bu dâvetine karükatürlerle alay
ederek karşılık verseydi ne olurdu?

Olacağı şuydu: Tarihçe sabittir ki; Hz. Muhammed,
Mekke'de, Arabistan çöllerinde insanları İslâm'a
çağırmaya başladığında el yapımı uydurma tanrıla-
ra tapan topluluklar tarafından onlarca saldırıya uğ-
ramıştır, açlığa mahkûm edilmiştir, yalnızlığa itilmiş-
tir. Fakat o yüce insan, bu muamelelere ve saldırı-
lara saldırı ile değil, sabır ile karşılık vermiştir; onla-
ra zarar vermeyi düşünmemiştir. Sözü uzatmamak
için onun uğradığı onlarca saldırıdan sadece bir te-
kini nazara vermekle yetinecek ve uğradığı saldırı-
ya nasıl karşılık verdiğini göstermeye çalışacağız.

Hz. Muhammed, Mekke'nin 150 km. güneydoğu-
sundaki Taif şehrinin topluluklarını İslâm'a dâvet
etmek için gider ve dâvetini yapmaya çalışır. Fa-
kat Taif'li topluluklar bu dâvete, Hz. Muhammed'i
taşlamakla karşılık verirler ve onu yaralayıp kanlar
içinde bırakırlar. O da bu çok acı ve dehşetli olay
karşısında Taif halkını yüce Allah'a şikâyet eder.
Yüce Allah da ona, ülkeleri harabetme kudretinde
olan bir meleğini gönderir. Melek der: "İstersen,
Taif'i Taiflilerin başına yıkayım, onları yok edeyim."
Fakat o yüce Peygamber, uğradığı dehşetli saldı-
rıya rağmen buna râzı olmaz. Taiflilerin yok edilme-
sine engel olur. (Burada, Hz. Muhammed'in hem
güçsüzken, hem güçlüyken sergilediği tavra dikkat
etmeliyiz.)

Bundan anlamalıyız ki, Hz. Muhammed Paris'te ka-
rükatiristler tarafından alaya alınsaydı, Taif'teki gibi
aynı şekilde hareket eder, onlara aldırmaz, sabre-
derdi.

Peki, dinleriyle alay edildiğinde müslümanlar nasıl
hareket eder ve etmelidir?

Müslümanlar, kitapları olan Kur'ana ve Peygamber-
lerinin dinsel yaşantısına uymak zorundadırlar. Kur'
an bu konuda der: "Dininizle alay edildiği zaman,
alay edicilerin yanında oturmayın, onlardan uzakla-
şın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz." Yoksa
"onlara saldırın" dememiştir. Demektir ki; Paris'te
din alaycısı karükatiristleri katleden teröristlere hak
veremeyiz ve çoğunluk olarak vermiyoruz. Terörist-
lere hak verecek olan azınlıkları da, hakka ve ger-
çeğe dâvet ediyoruz.

Bir de müslümanlar, Kur'anca "adâletli olmak"la da
emrolunmuşlardır. Adâletin gereği ise, suçluya su-
çu kadar cezâ vermektir. Buna göre dinleriyle alay
edilen müslümanların karükatiristlere vereceği ce-
zâ, onların alay ettiği kadar onlarla alay etmek, on-
ları karükatirize etmek olabilir. Veya mahkemeye
başvurup, onları dâvâ edebilirler.

Sadece Paris'teki müslümanlar o karükatiristlere
"dine hakaret" dâvâsı açsa, binlerce dâvâcının dâ-
vâsı altından o din alaycısı dergi kalkamaz, altında
ezilir. Demek teröre başvurmaya hiç gerek yok.
Müslümanlar da barışçıdır ve barışçı olmak zorun-
dadır. Fakat Avrupa kanunları da bu barışa hizmet
edecek nitelikte olmalı, terörü besleyecek durum-
dan çıkarılmalıdır.

Çünkü müslümanlar "müslüman çoğunluk"tan iba-
ret değil. Bir de çoğunluğun yanında çoğunluk gibi
düşünmeyen, Kur'anı kendi kısa aklına ve keyfine
göre yorumlayan, öfkesine yenik azınlıklar, acıma-
sızlar, fanatikler de vardır. Bu fanatikler de teröriz-
me meyilli olabilirler ve olabiliyorlar. Aynı zamanda
bu fanatikler, ta Hz. Muhammed'in ölümünden son-
ra ortaya çıkmaya başlamış ve İslâm'ın ilk ve ger-
çek sahiplerinden daha ileride olduklarını düşüne-
rek ve iddia ederek, siyasî ihtirasla dört halifeyi
katletmişlerdir. O halde çok tehlikeli bu dinsel fa-
natiklerin varlığını yabana atmamalıyız, önlemimizi
almalıyız.

Bunun için "din ile alay etmek fikir özgürlüğüdür"
diyemeyiz. Dersek, sonuç: Paris terörüdür! Unut-
mayalım, karşımızda İslâm'ın dört halifesini acıma-
sızca katletmiş bir zihniyeti taşıyan gözü dönmüş,
öfkesini Tanrı yapmış fanatikler var ve olabilir. Dört
halifeyi katletmekten çekinmemiş bir zihniyet sahip-
leri, Avrupalılara neler yapmazlar! İyi düşünmeliyiz.
O fanatiklerin müslümanlara dahi acımadıklarını
görüyoruz. Eğer acımış olsalardı, Newyork'taki 11
Eylül olayını gerçekleştirmezler, tüm müslümanları
zan altında, zor durumda bırakmazlardı. Demek on-
lardan acıma bekleyemeyiz ve beklememeliyiz.

11 Eylül terör olayında ikiz kuleler vuruldu ve yuvar-
lak hesap olarak 3 bin 333 suçsuz insan öldü. Buna
karşılık ABD ordusunun bombalarıyla Irak ve Afga-
nistan minareleri devrildi ve oralarda bir milyon yüz-
onbirbin yüzonbirden fazla suçsuz insan katledildi.
Demek, İslâmlı teröristlerin terörü, müslümanlara
fayda değil, zarar veriyor.

Ey Parisliler! Ey Fransa halkı! Ve ey Fransa çevre-
sindeki Avrupalılar!

"Fikir özgürlüğü" çok önemlidir. Birbirimizin fikirleri-
ni ancak fikir özgürlüğü sayesinde tanıyabiliriz. Bu-
nun için de fikir özgürlüğünü korumak durumunda-
yız.Fakat fikir özgürlüğünün ne olup olmadığını çok
iyi bilmeli, onu kötüye kullanmamalıyız. Fikir özgür-
lüğü: Zıt ve farklı fikirleri alay etmeden, hakaret et-
meden ve saldırıda bulunmadan söyleyebilmek ve
çeşitli şekillerde ifade edebilmektir.

Bu tariften anlıyoruz ki; o Parisli karükatiristler, fi-
kir özgürlüğünü yanlış anlamışlar ve kötüye kul-
lanmışlardır. Bu yetmediği gibi, bir de teröristleri
tahrik etmişler ve Paris'i terör dehşetine maruz bı-
rakmışlardır. Bu çok tehlikeli karükatiristlere des-
tek vermek şöyle dursun, onları devlete ihbar et-
meliyiz. Fransa devleti de gerekeni yapmak zorun-
dadır. Sadece teröristleri kötüleyerek bir yere va-
ramayız. Bir milletin diniyle alay etmenin, "mânevî
terör" olduğunu da kabul etmeliyiz.

Terörün üzerine benzin sıkarcasına tahrikle gidil-
memesi gerektiğini anlamalıyız. Bundan şunu da
anlamalıyız ki, Avrupalı müslümanlar içinde fana-
tikler bulunabileceği gibi, müslüman olmayan Pa-
risliler içinde teröre dâvetiye çıkaran fanatik dinsiz-
ler, din düşmanları, ırkçılar ve karükatiristler buluna-
biliyor. Bu konuda Avrupalı müslümanlarla, müslü-
man olmayan Avrupalılar eşit durumdadır. Yani kim-
senin kimseyi suçlama lüksü yoktur. O halde barış
içinde yaşayabilmek için hak ve adâleti gözetmek
durumundayız. Adâletsiz barış olmaz.

Meselâ İsrail, adâlete boyun eğip işgal ettiği top-
raklardan çekilse, Filistin halkıyla arası düzelir ve
barışa erer. Bu da, İsrail halkına huzur getirir. Diken
üstünde durmaktan kurtulurlar. 67'li barışa râzı ol-
madığında ise, Müslüman Dünya ona savaş açmak
zorunda kalacak ve büyük ihtimalle İsrail ortadan
kalkacaktır. Biz müslüman çoğunluk ise, İsrail halkı-
nın ve devletinin varlığından yanayız. Ama İsrail 67'
li barışa râzı olmazsa, onun haksızlığına da daha
fazla göz yumamayız.

Adâletin gerçekleşmesi için hakkı bilmek ve tanı-
mak gerekiyor. Hakkın ne olduğunu bilmeden, tanı-
madan ve ona teslim olmadan adâletin gerçekleş-
mesi zordur, belki imkânsızdır. Bunun için Hakkı ta-
nımalıyız. Hakk, yüce Tanrı'nın İsa, Musa ve Mu-
hammed aracılığıyla indirdiği emir ve isteklerdir.
Bunlar da, adâletin kaynağıdır. Bu kaynak olmadan
adâlet tesirsiz kalır ve kalıyor. Bu zamanda hak ve
adâletin yerini devletler ve kanunlar almıştır. Dev-
letler ve kanunların kuvvetiyle de kötülükler azınlıkta
kalıyor, çoğunluğa ulaşamıyor. Kötülükler çoğunlu-
ğa ulaşamadığı için de, yüce Tanrı çok eski çağlar-
daki gibi insanları felâketlerle yok etmiyor.

Fakat bu yok etmeyişin anlamı, insanlık O'nun hak-
larını ödüyor demek değildir. Maalesef insanlık ço-
ğunluk olarak, o çok merhametli Tanrı'nın haklarını;
O'nu bilmemek, tanımamak ve O'na teslim olma-
makla çiğnemektedir. Bu hak çiğneciliğe son ver-
mek durumundayız. Çünkü yüce Tanrı'ya ait bir
dünyada ve evrende yaşıyor ve yaşatılıyoruz. Bu
yaşatılışın teşekkürünü; evren Sahibi'ni bilerek, ta-
nıyarak ve O'na inanıp teslim olarak yapmak zorun-
dayız. Bu inanç, teslim ve teşekkür ise, bizi O'nun
cennetine ulaştıracaktır. Aksi halde cehennemden
başka bir kazanç yoktur.

Ey Parisliler! Ey Fransa halkı ve ey Avrupalılar!

Hiç kendi kendine kurulmuş ve kendi kendine ça-
lışan bir fabrika olur mu? Bunun gibi, şu evren ve
onun özeti olan şu yeryüzü fabrikası da sahipsiz
ve kendi kendine çalışıyor değildir. Onun Sahibi
ise;  Hz. İsa, Musa ve Muhammed'in elçilikleriyle
Kendini bize tanıtmış ve bizlerden de O'na teslim
olmamızı istemiştir. Öyle ise bu teslimiyeti yerine
getirerek, O'na olan borcumuzu ödeyelim. O'nun
hakkını ödemedikçe de hakiki insan olmamız
mümkün değildir.

Hem sizler, aynı yaşta kalmayacaksınız ve kalma-
maktasınız. Çünkü dünya dönüyor, zaman işliyor ve
ömürler tükeniyor ve tükenmektedir. Bu tükeniş kar-
şısında ise kalpleriniz ebedî bir hayat ve saadet is-
tiyor. Bu hayat ve saadet ise ancak evren Sahibi'
nin elinde bulunuyor. Onu elde edebilmek de, o
yüce Sahibimize inanç ve teslimle mümkün olmak-
tadır. Madem ölümle yok olup gitmeye râzı değilsi-
niz ve râzı olamazsınız, o halde o yüce Sahip'in Hz.
İsa, Musa ve Muhammed aracılığıyla gönderdiği
emir ve isteklere inanıp teslim olunuz. Bu inanış ve
teslim oluşun özeti ise; "Tanrı tektir. İsa, Musa ve
Muhammed Tanrı'nın kulu ve elçisidir" demektir.
Bu deyişten sonra da; hak, adâlet, namus, ibadet,
güzel ahlâk ve iyilikçilikle evrenin ve dünyamızın
yaratıcısı, yaşatıcısı ve yöneticisi olan o yüce Sa-
hip ve Tanrı'ya teslim olmaktır. Bu teslimiyet de si-
zi gerçek barışa ve dünya mutluluğuna götürecek,
yeryüzünüzü de cennete çevirecek ve ölümden
sonra da sizleri ebedî cennete çıkaracaktır.

Ey Parisliler! Ey Fransız halkı! Ey Avrupalılar! Ve
ey bütün insanlık!

Madem ölüm öldürülmüyor ve madem kıyamet dur-
durulamıyor. Demektir ki, dünyada ebedî kalmak
mümkün değildir. Hem madem doğmamak müm-
kün olmamıştır, o halde yeniden diriltilmeyi de ön-
lemek mümkün değildir. Madem bu dünya ve onun
ağacı olan evren sahipsiz olamaz, elbette onun sa-
hibi olan yüce Zât, hayatın ve hayata sebep olan
rızk ve nimetin hesabını ve teşekkürünü insandan
soracaktır. Çünkü buna dair gerekli bilgiyi Tevrat,
İncil ve son olarak da Kur'anıyla bildirmiştir. Madem
bu bildiri elimizde ve önümüzdedir, o halde bize
ulaşmış olan Tanrısal bildiriye kalp ve kafa verelim,
onu hayatımıza geçirelim. Bu geçirişle de hem
dünyamızı ve hem de ötesini kurtaralım.

Bu kurtarış için de yapacağımız şudur: "Tanrı tektir.
İsa, Musa ve Muhammed Tanrı'nın kulu ve elçisidir"
deyip; hak, adâlet, namus, ibadet, güzel ahlâk ve
iyilikçilikle hayatın sahibi o yüce Tanrı'ya teslim ol-
maktır. O halde teslim olunuz, gerçek dininize ka-
vuşunuz, saadeti bulunuz.

Unutmayınız! Evrenin sahibi ve Tanrısı tek olduğu
gibi, o yüce Tanrı'nın dini de tektir ve yukarıda ve
hem aşağıda ifade edildiği gibidir:

                     Allah'tan başka ilah yoktur.
          Mehdi ve Mesih O'nun kulu ve elçisidir.

Not:
Ey Parisliler! Ey Fransa halkı! Ve ey Avrupalılar!

Eğer Hz. İsa'nın, Musa'nın ve Muhammed'in "ger-
çek dini"ne giriş yapmak isterseniz, deyiniz: "Şa-
hitlik ederim ki, Tanrı tektir."

Bunun anlamı şudur: "Çünkü O'ndan başkası elçi
ve kitap göndermiş değildir ve gönderemez de.
Çünkü (tek Tanrı olan) Senden başkası bu evreni
ve içindekileri yaratacak, yaşatacak ve yönetecek
güç ve kabiliyette değildir. Bunları yapamıyacak
olanları, ben Tanrı kabul etmem."

Bu şahitliğin devamı şöyledir: "Yine şahitlik ederim
ki; İsa, Musa ve Muhammed tek Tanrı'nın kulu ve
elçisidir."

Fakat Hz. İsa, Musa ve Muhammed şu anda yeryü-
zünde olmadıkları için, yüce Tanrı onların yerini Hz.
Mehdi'yle doldurmuştur. Hz. Mehdi yüce Tanrı'dan
yeni bir din almamıştır. Fakat gönderilmiş dinlerin
yenileyicisi ve birleştiricisi olarak görev yapacaktır
ve yapmaktadır. Hz. Mehdi'nin ölümünden sonra
da onun yerini şu an gökyüzünde bulunan Hz. İsa
alacaktır. Onun yer yüzüne inmesi de çok yaklaş-
mıştır. Bunun için dinde yeni şahitliğin şöyle olması
gerekiyor: "Şahitlik ederim ki, Tanrı tektir. Yine şa-
hitlik ederim ki; Mehdi ve Mesih Tanrı'nın kulu ve
elçisidir."

Zaman:  Yeni Çağ'ın onbeşi, Ocak başı.
Mekan:  Avrupa.
Makam: Dâvet.
Boyut:   Muranizm.

                                                   YAYINLAYAN
                                       AVRUPA  MURANİSTLERİ
                                       *   *   *









Keine Kommentare: