Samstag, 7. Juli 2012

ALLAH NEREDEDİR? HER YERDE MİDİR YOKSA HİÇ BİR YERDE MİDİR?

               ALLAH NEREDEDİR? HER YERDE MİDİR
                       YOKSA HİÇ BİR YERDE MİDİR?

         soru ve sorunları çözen ve çözdüren ALLAHın adıyla

"Allah nerededir" sualinin cevabıyla başlayalım. Bu sualin cevabını
Kur'an, şu şekilde vermektedir: "Rahmân, Arş’a kurulmuştur (Taha
5). Yani "acıyıcı Allah, yönetim tahtındadır". Şu gelen ayet bunu
biraz daha açmaktadır: "Sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde
yaratan, sonra da Arş üzerine kurulan ve herşeyi çekip çeviren Al-
lah'tır. ..." (Yunus 3). Yani "yüce Allah, bütün kâinatı yarattıktan
sonra yönetim tahtına kurulmuş ve evreni yönetmektedir".

Demek ki Allah, "yönetimde"dir. O'nun "yönetim tahtı" ise her şey-
in üzerindedir. Yani tek Tanrı olan yüce Allah, yerde değil, gökte
değil, bütün evrenin üzerindedir. Bunu, dünyaya ait bir örnekle biraz
daha açabiliriz.

"Başbakan nerededir?" dendiği zaman, bunu: "Baş sehir Ankara'da-
ki başkanlık sarayının başbakanlık koltuğundadır" diye cevaplarız.
Yani Başbakan, bütün Türkiye'nin üstünde olan kişidir. Başbakanlık
koltuğu ise, onun "yönetim tahtı"dır. (Burada Türkiye'nin "başkan-
lık"la yönetildiğini farzedelim ve cumhurbaşkanını hariç tutalım.
Çünkü evrenin yüce Tanrısı Allah tektir, ortağı yoktur. Bir ülkenin
Başbakanı da tek olmalı, onun altında ve üstünde başka başkanlar
olmamalıdır. Gerçek iktidar ancak bu şekilde olur.)

Yalnız bu örneğimizdeki başbakan, ruhen ve makamen Türkiye'ye
egemendir ve Türkiye'nin üstündedir. Fakat madden ve insaniyeten
ülke sınırları içinde ve belirli bir mekândadır ve bulunduğu yer ile
kayıtlıdır. Mekânsız olması imkânsızdır.

Ama bütün evrene egemen olan Allah ise, evrenin herhangi bir böl-
gesinde ikamete mecbur ve mahkûm değildir. Çünkü, O'nun mad-
desiz varlığı, bütün zaman ve mekânları ve maddeyi avucunun içine
almıştır. Yani tamamen Kendisine ait kusursuz ruh ve ışığıyla her
şeyi kuşatmıştır, her şeye hâkim olmuştur. Maddî bir varlığı olma-
dığından, mekâna muhtaç olmamıştır. "Allah, göklerin ve yerin ışı-
ğıdır" (Nur 35) ayetince o yüce İlah, bütün evrenin güneşi olmuş
ve bu misilsiz ışığıyla herşeyi kuşatmış, avuçlamış ve ruhuyla da
onlara egemen olmuştur.

Bu misilsiz egemenlik ve hâkimiyeti sebebiyle yüce Allah'ın kâina-
tın en üstünde taht kurmuş olmasını, O'nun "evrenin üstünü Kendi-
ne mekân yapmış" olması olarak göremeyiz. Çünkü bütün evren,
O'nun bir "yaratması"dır. Allah, yarattığı evrenin mahkûmu değil,
hâkimidir. Evreni yaratmadan önce de O, herhangi bir mekânda
bulunmuyordu, mekânsızdı. Çünkü maddesiz bir yüce Tanrı'nın
mekâna ihtiyacı yoktur. Çünkü O'nun yüce varlığı, ruh ve ışıktan'
dır. Ruh ve ışık sahibi, ezelî ve ebedî bir eşsiz İlah'ın ise maddeye,
mekâna ve zamana ihtiyacı bulunmuyor. Çünkü O, zaten onların
"yaratıcısı"dır. Yaratan, yarattığı şeyin mahkûmu olmaz, hâkimi
olur. Allah da böyledir.

Hem, insan vücudu, ruhun mekân ve dayanağı olmadığı, aksine be-
denin dayanağı ruh olması gibi; bütün evrenin dayanağı da Allah
(cc)tır. Ruh bedenden çıkınca, nasıl insan ölürse; Allah da kâinat-
tan ayrılırsa, evren ölür. Bu ölümün meydana gelmemesi için de
evrenin, Allah'ın yönetimine ihtiyacı vardır. Demek; Allah evrene
değil, evren Allah'a dayanır. Demek, "Allah, mekândan münezzeh-
tir".

Bunlardan anlamalıyız ki, "mekandan münezzeh (arınmış) olmak"
demek, "mekâna mahkûm olmamak" demektir. Yoksa Allah'ın ev-
rene egemen olarak onun üstünde taht kurmuş olması ve evrenin
herhangi bir katına inmesi, çıkması, O'nun "mekâna muhtaç olma-
sı" değildir.

Allah'ın evrenin en üstünde bulunması ve onun her hangi bir katına
veya yeryüzüne inmesi, O'nun "mekândan münezzeh oluşu"na halel
getirmez. Çünkü; "Melekler sıra sıra dizili durumda Rabbin geldiği
zaman" (Fecr 22) ayeti, (mahşer) denen "Büyük Diriliş Günü" Al
lah'ın yeryüzüne ineceğini bildirmekte ve iddiamızı isbatlamaktadır.
"Rabbiniz, her gece, gecenin son üçte biri kaldığında, dünya göğü-
ne iner" hadisi de, bu isbatı destekler.

Şimdi buraya kadar okuyup öğrendiklerimizi bir noktada kararlaştı-
ralım: Tek Tanrı olan yüce Allah, evrenin üstünde taht kurmuş ve
bu taht üzerinden bütün kâinat ve kâinatlıları yönetmektedir. O'nun
evrenin üzerinde taht kurmuş olması, "mekân tutmuş" anlamına gel-
mez ve evrene girip çıkması da, O'nun "mekândan arınmış" olması
gerçeğini bozmaz, değiştirmez. O'nun evrenle ilgisi; "mekân tutmak"
değil, "yönetmek"tir.

Allah'ın "mekâna muhtaç olmadığı" gerçeğini şu örnekle daha iyi
gösterebiliriz herhalde: Elma soyan bir adamışünelim ve soralım:
"Adam elmanın neresindedir?" Buna verilecek cevap: "Adam elma-
nın her tarafındadır" olacaktır. Çünkü elma, adamın avucunun için-
dedir. Yoksa o adam, elmanın herhangi bir hücresinde oturmuyor!

İşte 150 milyar ışık yılı genişliğinde tahmin edilen koca evren de, o
adamın elindeki elma gibidir. Yani koskoca evren, onun yaratıcısı
ve yöneticisi olan büyük Allah'ın avucu içindedir. Ve; "Allâh'ı gere-
ği gibi bilemediler. Halbuki kıyâmet günü yer, tamamen O'nun avu-
cu içindedir, gökler de sağ elinde dürülmüştür ..." (Zümer 67) aye-
ti de, iddiamızı isbat etmektedir.

(Bu ayet, "Allah en büyüktür" demenin ne olduğunu ve O'ndan baş-
ka ilah bulunmadığını, bize açıkça bildirmekte ve göstermektedir.
Namaza dururken herkes bu ayeti hatırlasın, kendi hiçliğini görsün,
miraca çıksın.)

Bu ayetin gösterdigi hakikatle, yüce Allah'ın, maddesiz nihayetsiz
büyüklüğünü ve maddeden, mekândan ve zamandan arınmışlığını
bir parça kavrayabiliriz.

Bu kavrayış karşısında artık "Allah nerededir" sualinin bir anlamı
da kalmaz. Bu halde biz: "Biz neredeyiz" sualini sormak durumun-
dayız. Alacağımız cevap ise: "Allah'ın avucunun içindesiniz!" ola-
caktır. Allah'ın avucunun içinde olduğunu anlayan bir insanın da;
"Allah heryerde midir, yoksa hiç bir yerde midir" diye sormaya
mecâli kalmaz!

Geçmişteki âlimlerimizin: "Allah, her mekânda hazır ve nâzırdır"
demelerinin sırrı, şimdi daha iyi anlaşılıyordur herhalde.

Evet, Allah; her mekânda hazır ve nâzırdır. Nasıl ki görünmez ışık-
tan olan ruhumuz, bütün bedenimize hâkimse ve vücudumuzun
bütün hücre ve atomlarına nüfuz etmekteyse; ruhların ruhu, ışıkla-
rın ışığı, evrenin güneşi olan benzersiz Allah da bütün evrene hâ-
kimdir ve evrenin en küçücük noktasına kadar nüfuz etmektedir.
Fakat bu hâkimiyet ve nüfuziyeti; "Allah'ın (zatı) kişiliğiyle her yer-
de olduğu" şeklinde anlamamalıyız. Çünkü ilmi ve ihatası kıt ilim-
siz halk, bu noktada acze düşmekte ve Allah'ın zatı ile tecellisini a-
yırd edememekte ve kavgaya tutuşmaktadır.

Meselâ Ahmed Hulûsi hocanın taraftarları: "Uzakta Allah aramayın.
O size şah damarınızdan daha yakındır. Allah, her yerdedir" de-
mektedir. Bu hocanın karşıtları ise: "Allah, heryerde değildir. (Asla
olamaz!) tuvalette de Allah mı vardır?" şeklinde karşılık vermekte-
dirler.

Burada her ikisi de doğru söylüyor. Fakat çok önemli bir noktayı
ayırd edemediklerinden, boğuşmaktan kurtulamıyorlar. Ayırd ede-
medikleri nokta da şudur: Allah'ın kişiliği ile sıfatlarının tecellisini
bir tutuyorlar. Halbuki Allah'ın, kişiliğiyle her şeyin üstünde ve öte-
sinde olması ayrı bir hakikattir. Ruh ve ışığıyla her şeye nüfuz et-
mesi ve herşeyin berisinde olması da apayrı bir hakikattir.

Allah, zatıyla, kişiliğiyle bütün evrenin üstündedir. O'nun ile yeryü-
zündeki yaratılmışlar arasında (ayete göre 50 bin yıl [Mearic 4]),
bizim tahminimize göre ise 7 milyar ışık yılı bir uzaklık bulunuyor.
(Konuyla ilgili bakiniz):
İlgili ayetlerin de isbatıyla Allah'ın, kişiliğiyle her yerde olması im-
kânsızdır. Çünkü O'nun nihayetsiz büyüklüğü heryere sığmaz ve
saygınlığı da buna izin vermez. Bunun için Allah (zatıyla), "herşey-
den ötede"dir. (Nasıl ki güneş, bütün kütlesiyle bir su kabarcığına
sığmazsa, Allah da bütün varlığıyla her yere sığmaz; bir insanla da
bütünleşmesi imkânsızdır. [Musa; ... "Rabbim, bana görün, sana
bakayım!" dedi. Rabbi buyurdu ki: "Sen beni göremezsin; fakat da-
ğa bak, eğer o yerinde durursa, sen de beni göreceksin!" Rabbi da-
ğa görününce onu darmadağın etti ve Mûsâ da baygın düştü. ...]
A'râf 143 ayeti de, bunu isbatlar.)

Ama O'nun eşsiz ruh ve ışığı, herşeye nüfuz eder, her noktaya gire-
bilir. O'nun ruh ve ışığı altında herşey şeffaftır. Gama ışınları nasıl
maddenin atomlarına nüfuz edebiliyorsa, Allah'ın o ışınlardan daha
etkin ve ince eşsiz ruh ve ışığı da, herşeye nüfuz etmekte, her yerde
olabilmektedir. Ayrıca Allah'ın memurları olan ışınsal meleklerin
de, yeryüzündeki bütün canlıların dizginini tutmuş olduklarını unut-
mayalım. Bu sebeple de yüce Allah, "herşeyin yanında hazır ve nâ-
zırdır". Yani O, bize "şah damarımızdan daha yakın"dır. (Kaf 16)

Bu İlâhî yakınlık ve uzaklığı şu misâl, bize belki daha iyi kavratabi-
lir: Güneş, kütlesiyle biz yeryüzülülerden 150 milyon km uzaklıkta-
dır. Ama onun ışığı, ısısı ve ışınları; bize bizden daha yakındır.
Çünkü onun ısı, ışık ve ışınları bütün vücut ve hayatımızı avuçla-
mış durumdadır. Isısı olmasa, donarız. Işığı olmasa, karanlıkta
kalırız. Işınları olmasa, vitaminsizlikten hastalığa çarpılırız. Bu se-
beple vücudumuz, güneş ile kopmaz bir bağ içindedir. Yani güneş,
bize bizden daha yakın haldedir.

Demek güneş bize hem çok yakın, hem de çok uzaktır. Demek gü-
neş, hem heryerdedir, hem de hiçbir yerde değildir; dünya'nın "öte-
sinde"dir ve enerjisiyle bütün gezegenleri avuçlamıştır, onlara ege-
men olmuştur. Güneşi yaratan ve yaşatan Allah ise, bütün evren ve
evrenlileri avuçlamış ve onlara hâkim olmuştur. O, onlara hem çok
yakın ve hem de onlardan çok uzaktır. Ruh ve ışığıyla herşeyi gö-
rür, bilir, duyar ve herkese seslenir. Kişiliğiyle de bütün evrenin
üstünde, yönetim tahtındadır. O'nun yönetim tahtına yaklaşan ilk
insan da, "Mirac olayı"yla Hz. Muhammed (sav) olmuştur. O'nun
yüce katından atılan ilk insan da (ruhuna selam ve rahmet olsun)
Hz. Âdem'dir.

Herşeyin ve herkesin sahibi olan eşsiz, ortaksız ve çocuksuz Allah'
ın yüce katına çıkmak isteyenler; "Allah tektir; İsa, Musa ve Mu-
hammed O'nun elçisidir" deyip, bu üç elçinin dinlerinin esası olan
doğruluk, adalet, ibadet, namus ve iyilikçiliğe teslim olsunlar. Bu
teslimiyeti kabul etmeyenler de, cehennemden çok daha acı olan
Allah'ın nefretiyle karşı karşıya kalacaklarını ve ateşe atılacaklarını
unutmasınlar.

Not 1: Burada verilen cevaplardan anlaşılmalıdır ki, ateistlerden
Kur'ana karşı mücâdele veren kısmının, şeytanî bir yaklaşım ve
yorumlamayla ayetleri ayetlerle iptâl ederek Kur'anı geçersiz kılma-
ya çalışmaları, boş bir gayrettir.

Not 2: Allah'a teslim olmuş Müslümanlar da anlamalıdır ki, İslâmi-
yetin bugüne kadar çözülmemiş soru ve sorunları bir bir çözülme-
ye başlamışsa, Allah'ın Mehdisi gelmiş ve görev başındadır de-
mektir.

Not 3: Kur'ana hizmet etmeğe çalışan kimselerle uğraşanlar, şu ger-
çeği bilmelidir: Kur'ana hizmetkâr olanların bir kısmı tasavvufla, bir
kısmı tarikatla, bir kısmı şeriatla, bir kısmı hakikatla, bir kısmı ilmi-
yatla ve bir kısmı da san'atla hizmet etmeğe çalışır. Bunların hizmet
metodları birbirine uymaz ve uymak zorunda da değildir. Fakat hep-
sinin hedefi birdir. Hedef de; "Kur'ana hizmet"tir.

Bu hizmet gruplarının birbirinden farklı çalışma şekilleri kimseyi ra-
hatsız etmemelidir. Ama onların İslâmiyet'i başka renk ve şekle sok-
maları karşısında da şu gerçek akılda tutulmalıdır: Meselâ Kur'anı
açıklarken kimi, bir ayetin derinine iner, o ayetin atom ve hücrelerin-
de dolaşır. Kimi de, ayetlerin galaksi ve yıldızlarına çıkar, onların
uzayında gezer. Böylece ayetler bambaşka renk ve kılığa girer. Di-
nin sûreti değişir, başkalaşır. "Kur'anı açıklıyoruz" derken, onu a-
çıklanmaz hale getirirler. Onların açıklamalarını anlayabilmek için
bir tercümana muhtaç hale gelinir. Sıradan halkın anlayışından u-
zaklaştıkları için, anlaşılmaz olurlar. Hepsi birbirinden farklı şeyler
anlatır. Ama doğru ve açık anlatış, Kur'anın ve Peygamber'in anla-
tışıdır. Onların açıklamasını da bu yeni yüzyılda Hz. Mehdi yapar.

Bir misâl daha; meselâ tarikat ve tasavvufda ruh yükselmesi olur.
Ruhen yükselmeye başlayan bir üye de, dinin hakikatlerini farklı bir
şekilde algılamaya ve dinin rengini ve sûretini değiştirmeye başlaya-
bilir. Nasıl uçakla yükselen bir yolcu, yukarıdan aşağıdaki evleri
çücük görmeye başlar ve yükseldikçe de o gördükleri yokluğa
karışırsa, bir tasavvuf ve tarikat üyesi de, ruhen yükseldikçe, dinin
hakikatlerini başka renk ve şekillerde görmeye ve göstermeye başlar
ve alçalıp yükselmeye bağlı olarak da dinin ölçüsü değişikliğe uğ-
rar, uğratılır. Bu değişiklikler karşısında da diğer hizmet grupların-
da olanlar ve sıradan halk şaşkınlığa uğrar ve itiraza başlarlar. Hal-
buki bu itirazcılar o gruba dahil olsalar, onlar da aynı duruma dü-
şeceklerdir. Bununla birlikte itiraza uğrayanlar da, itirazcıların me-
todlarını beğenmeyebilir, hallerine şaşabilir. Bu durumda yapılacak
olan; herkes, kendi işine bakmaktır, başka gruplarla meşgul olma-
maktır. Hak dairesinde kalan ve dinin esaslarını koruyan gruplar
doğrulukta, daireden çıkan ve esasları bozan veya yok edenler de
sapıklıktadır. Doğru yol, geniş cadde ve normal gidiş; Kur'ana ve
Peygamber'e uymaktadır. Bu halde kimse kendini ve dinsel yürüyü-
şünü diğer gruplardan üstün görmemelidir. Üstünlük, Allah'ı sayma
ve sevmede ileri olandadır. Bu da, Hz. Peygamber'in Kur'anî yaşa-
yışını örnek almakla mümkündür. Bu mümkün oluşu da, bu âhirza-
manda (z/ahirüzzaman) olan Hazret-i Mehdi gösterir.

Gerçekleri öğreten ve gösteren Allah'a hamdolsun!

Zaman:  Yeni Çağ'ın onikisi, Temmuz başı.
Mekan:  Avrupa.
Makam: Cevaplama.
Boyut:   Muranizm.

                                                                  YAYINLAYAN
                                                       AVRUPA  MURANİSTLERİ
                                               *   *   *

Keine Kommentare: